30 Aralık 2008 Salı
27 Aralık 2008 Cumartesi
18 Aralık 2008 Perşembe
Sehadet Rüzgari.......
Özgürlük tutkunu, esiri benim
Gözümde AKSA'nın rüyası benim
Elimde şehadet karanfillerim
Yıllardır umutla bekler gözlerim
Fikrimde bilenir her nur mermisi
Kalbimin kalsa da son bir nefesi
Bu yolun bulunur bin divanesi
Özgürlük yolunda ümitle bekler
Özgürlük tutkunu, esiri benim
Gözümde AKSA'nın benim
Elimde şehadet karanfillerim
Yıllardır umutla bekler gözlerim
Ecelim sararken güvercin kanat
Alnıma yazılır ölümsüz ayet
Kalmde başlarken bir yeni hayat
Rüzgarlar fısıldar şehid şehadet
Özgürlük tutkunu, esiri benim
Gözümde AKSA'nın rüyası benim
Elimde şehadet karanfillerim
Yıllardır umutla bekler gözlerim...
........
Gözümde AKSA'nın rüyası benim
Elimde şehadet karanfillerim
Yıllardır umutla bekler gözlerim
Fikrimde bilenir her nur mermisi
Kalbimin kalsa da son bir nefesi
Bu yolun bulunur bin divanesi
Özgürlük yolunda ümitle bekler
Özgürlük tutkunu, esiri benim
Gözümde AKSA'nın benim
Elimde şehadet karanfillerim
Yıllardır umutla bekler gözlerim
Ecelim sararken güvercin kanat
Alnıma yazılır ölümsüz ayet
Kalmde başlarken bir yeni hayat
Rüzgarlar fısıldar şehid şehadet
Özgürlük tutkunu, esiri benim
Gözümde AKSA'nın rüyası benim
Elimde şehadet karanfillerim
Yıllardır umutla bekler gözlerim...
........
5 Aralık 2008 Cuma
22 Kasım 2008 Cumartesi
Bİr Avuç Kirmizidir, Ömrümüze Sürülen.....
Vazgeçtim çocuk olmaktan, çocukça yaşamaktan, hayatın karşısında çocukça durmaktan.
Vazgeçtim hiç olmamış, hiç olamamış bilyelerimden, bisikletimden, kalemim, defterimden. Kitapların olsun istemiyorum artık, aklımdan çıkardım bulutlarla oynaşan uçurtmayı.
İstemiyorum başımı her koyuşumda diken olup batacak yastıkları, düş kurmaktan başka bir işe yaramayan yumuşak yatakları, giymeye heyecanlandığımız bayramlık ayakkabıları; ha unutmadan, bir de bayramları. Uzun zaman oldu bir bayramla yüz yüze gelmeyeli.
Siz onları isteyenlere verin.
Biliyorum; onları isteyenlerin dudakları hiç susuz kalmadı, bir seher vakti evleri ile beraber mutlulukları yağmalanmadı.
İşitiyorum; hiç kan dolmadı gövdelerine babaları hançerlenirken gözlerinin önünde. Henüz kundakta olan kardeşleri, minik bir kuşun gökyüzünden koparılması gibi çekip l-koparılmadı yeryüzünden parçalanarak vücutları. Saçlarında yıldızları biriktiren annelerinin siyah yemenilerinden tutulup saatlerce toprakta sürüklenmiş kan rengi bedenini görmediler.
Mühim meşguliyetleri var başka yerdeki çocukların. Top koşturuyorlar sokak aralarında onlar, kendilerine has oyunlar oynuyorlar, bir şeyler içiyorlar, arkadaşlarla gezmeye çıkıyorlar, çiçek topluyorlar kırlardan rengarenk; ama hiç namlu niyetine taş toplamadılar yıkılmış sokaklarda.
Bir taşın sertliği ile yüzleşmedi ömürleri. Oysa biz yaramıza kapamak için dahi bir taşı bir pamuktan daha çok yeğledik; geceleri yıldızların sayıldığı vakitlerde kaç kör yüreği inletiriz diye yıldızların yerine taşları hesap ettik. “Ben kim miyim?” ben un ufak olmuş düşlerin arasında kendi hayallerini kırmıza boyanmış olarak bulan bir savaş çocuğuyum. Buralarda resimler, düşler ne mavidir ne pembe; her şeyde ve her yerde kırmızı hakimdir olabildiğince.
Yollar kırmızı; bulutlar, dağlar kırmızı; avuçlarımız, gözlerimiz hep ...
bir gülün kırmızısı değildir hemhal olduğumuz; uçuşan düşlerimizi önüne katıp götüren, geride bir yığın kırık ömür, yorgun gecelerde asılı kalmış birkaç tebessüm, biraz avare, biraz hissiz bir hüzün ve kan gölünün kesif kokusu sinmiş katil bir kırmızıya aşinadır ruhumuz.
Daldan kopardığımız her şey kırmızıdır artık.
Kana bulanmıştır, kırmızıdır; anamın başından kaptığım hasret kokulu son yazması.
Kör, sağır ve dilsiz vicdanların zulmüne hala direnebiliyorsak, vaktin beş memesinden sabır emdiğimizdendir ve her bir yaramıza öpücükle selam kondurduğumuzdandır.
Çünkü biz biliriz ki; dünyaya ve kurşunlara gözlerimizi ilk açtığımız gün kulağımıza ezan, yüreğimize gözyaşı ve ağıt, avuçlarımızdaki her çizgiye de direniş okunmuştur.
Ve biliriz ki; bundandır bu kadar çok yitişimiz yaşam için. Artık suskunum ve omzumdaki dağlar üşüdüğündendir yorgunluğum.
Kuru, cılız göğsüm artık tedirgin; ne de olsa ben bir çocuğum. Fakat ben vazgeçtim çocuk olmaktan, hayatın karşısında çocukça durmaktan, çocukça yaşamaktan.
Şimdi ürkek bir inilti göğsümde: siz büyük olanlar!
Benim gibi gülerek karşılayabilir misiniz adressiz kurşunları?
Söyleyin, rolleri değişmenin vakti gelmedi mi?
Vazgeçtim hiç olmamış, hiç olamamış bilyelerimden, bisikletimden, kalemim, defterimden. Kitapların olsun istemiyorum artık, aklımdan çıkardım bulutlarla oynaşan uçurtmayı.
İstemiyorum başımı her koyuşumda diken olup batacak yastıkları, düş kurmaktan başka bir işe yaramayan yumuşak yatakları, giymeye heyecanlandığımız bayramlık ayakkabıları; ha unutmadan, bir de bayramları. Uzun zaman oldu bir bayramla yüz yüze gelmeyeli.
Siz onları isteyenlere verin.
Biliyorum; onları isteyenlerin dudakları hiç susuz kalmadı, bir seher vakti evleri ile beraber mutlulukları yağmalanmadı.
İşitiyorum; hiç kan dolmadı gövdelerine babaları hançerlenirken gözlerinin önünde. Henüz kundakta olan kardeşleri, minik bir kuşun gökyüzünden koparılması gibi çekip l-koparılmadı yeryüzünden parçalanarak vücutları. Saçlarında yıldızları biriktiren annelerinin siyah yemenilerinden tutulup saatlerce toprakta sürüklenmiş kan rengi bedenini görmediler.
Mühim meşguliyetleri var başka yerdeki çocukların. Top koşturuyorlar sokak aralarında onlar, kendilerine has oyunlar oynuyorlar, bir şeyler içiyorlar, arkadaşlarla gezmeye çıkıyorlar, çiçek topluyorlar kırlardan rengarenk; ama hiç namlu niyetine taş toplamadılar yıkılmış sokaklarda.
Bir taşın sertliği ile yüzleşmedi ömürleri. Oysa biz yaramıza kapamak için dahi bir taşı bir pamuktan daha çok yeğledik; geceleri yıldızların sayıldığı vakitlerde kaç kör yüreği inletiriz diye yıldızların yerine taşları hesap ettik. “Ben kim miyim?” ben un ufak olmuş düşlerin arasında kendi hayallerini kırmıza boyanmış olarak bulan bir savaş çocuğuyum. Buralarda resimler, düşler ne mavidir ne pembe; her şeyde ve her yerde kırmızı hakimdir olabildiğince.
Yollar kırmızı; bulutlar, dağlar kırmızı; avuçlarımız, gözlerimiz hep ...
bir gülün kırmızısı değildir hemhal olduğumuz; uçuşan düşlerimizi önüne katıp götüren, geride bir yığın kırık ömür, yorgun gecelerde asılı kalmış birkaç tebessüm, biraz avare, biraz hissiz bir hüzün ve kan gölünün kesif kokusu sinmiş katil bir kırmızıya aşinadır ruhumuz.
Daldan kopardığımız her şey kırmızıdır artık.
Kana bulanmıştır, kırmızıdır; anamın başından kaptığım hasret kokulu son yazması.
Kör, sağır ve dilsiz vicdanların zulmüne hala direnebiliyorsak, vaktin beş memesinden sabır emdiğimizdendir ve her bir yaramıza öpücükle selam kondurduğumuzdandır.
Çünkü biz biliriz ki; dünyaya ve kurşunlara gözlerimizi ilk açtığımız gün kulağımıza ezan, yüreğimize gözyaşı ve ağıt, avuçlarımızdaki her çizgiye de direniş okunmuştur.
Ve biliriz ki; bundandır bu kadar çok yitişimiz yaşam için. Artık suskunum ve omzumdaki dağlar üşüdüğündendir yorgunluğum.
Kuru, cılız göğsüm artık tedirgin; ne de olsa ben bir çocuğum. Fakat ben vazgeçtim çocuk olmaktan, hayatın karşısında çocukça durmaktan, çocukça yaşamaktan.
Şimdi ürkek bir inilti göğsümde: siz büyük olanlar!
Benim gibi gülerek karşılayabilir misiniz adressiz kurşunları?
Söyleyin, rolleri değişmenin vakti gelmedi mi?
14 Kasım 2008 Cuma
Yiğidim.....
Yiğit Zor zamanda Belli Olurmuş!.
İmtihanlar sözünün eri olanların seçilmesi ,iyi ile kötünün,sağlam ile çürüğün,sadık ile kazibin,dürüst ile döneğin,tembel ile çalışkanın ayrışması için olmazsa olmazdırlar…
Hayat bir okul.Ve her dünyaya gelen bu dünya okulunda okumak zorundadır,başka seçeneği yoktur çünkü.Mektebi geçmek isteyen, mutlaka imtihandan geçer.
Kulluk mektebinin imtihanı ise Sünnettullahtır!.
İman iddiasında bulunanlar, mutlaka bu söylemlerindeki samimiyetleri için sınavdan geçerler.Yani İmanlar imtihan edilirler.“Andolsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, “İnandık” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanarlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya koyacaktır.”(2.3Ankebut suresi).
İmtihan varsa soru da var demektir. Elbette ki her sınıf kendi seviyesinde sorularla muhatap olacaktır. Bunun içindir ki iyilerin imtihanı hep çetin olmuştur..
İşte Peygamberler!.Tevhid denilince hemen hatırladığımız hz. İbrahim!.
Can ile,mal ile ve evlat ile imtihan edilmişti. Canıyla ateşe atılırken perva etmemiş,malını verirken perva etmemişti… Hatırlayalım!.
Hani Çölün ortasına hanımını ve İsmail’ini(en sevgili) bırakırken,hangi babanın yüreği el veriri ki; bakkalın,marketin,evin olmadığı bir yerde biricik evladını bıraksın!.Ama İbrahim= Teslimiyet olunca,imtihanlar silsilesi arda arda geliyor.Sonra kendi elleriyle çocuğunu kur’ban etmesi imtihanı!.Hz Musa İsrail oğullarının elinden az mı çekti, Fravun ile mücadelesinin yanında!…
Hz. Muhammed (sav) ise Yılların adını “Hüzün yılı” koyacak kadar imtihan edilmişti…
Ona inananlar da imtihan edileceklerdi..kimisi evlatlıktan red edilerek,kimisi ateşlere atılarak!.Kimisi yollara düşerek,hiç tanımadığı,dillerini,kültürlerini bilmediği beldelere gitmek zorunda kalarak!. Yiğitlerin ortaya çıkması,yiğit yüreklilerin ayrışması için imtihan kaçınılmazdı.Kısacası imtihan kaçınılmazdı, imtihanın şeklini de Allah belirliyordu.
Yasaklar,zindanlar,işkenceler,hastalıklar,sağlıkla r,evlatlar,evlatsızlıklar,barışlar,savaşlar,kavgal ar hepsi imtihan için!...
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!.
Uhdud ashabı gibi ateşten çukurlar dahi olsa çağdaş putların önünde eğilmemek,dik durmak,yalpa yapmamak er kişinin işidir.
Her taraftan kasırga eserken,kökünden sökülmemek er kişinin işidir elbette!.. Rüzgara göre yön değiştirmek ise her kişinin işi.
Dik duran yiğitlere taktıkları ”irtica””gerici” gibi yaftalara aldırmadan,hal dili ile” Sahabe hassasiyetini günümüze taşımanın adı gericilik ise ben gericiyim” diyebilmek ancak er kişinin işidir yiğidim!..Modern ve çağdaş olmak(ne demekse) uğruna kendi değerlerini hiçe saymak,kimliğini,kişiliğini alabora etmek her kişinin işi..
Yasaklar olmadan,moda denen illet olmadan tesettüre sahip çıkmak her kişinin işidir!.Yasaklara direnmek,türlü türlü dünyalık cazibesine rağmen modaya direnmek er kişinin işidir!
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!
Bankalar bangır bandır bağırarak faiz oranlarının artırdığı yerde, parasının hükümdarı Allah bilip eğilmemek er kişinin işidir!. Bu zamanda ekonomi faizsiz olmuyor,kredi kartı nasılsa caizdir diyerek kıvırmak ise her kişinin işi!
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!.
Kadınların kahır ekseriyetinin ,adını koymaktan bile utandığım,geldiği manayı yazmaktan ar ettiğim, her türlü süslerini,ziynetlerini ortaya sererek arz-ı endam ettiği bir yerde, iffetlerini korumak,harama bakmamak er kişinin işidir…
Her gördüğüne trene bakan gibi bakmak ise her kişinin işi!..Herkesin tesettürlü olduğu bir yerde “Gözlerinizi harama bakmaktan koruyun” ayetini yaşamak zor olmasa gerek!..
Yiğit zor zamanın adamıdır yiğidim!.
Duygulara kapılıp çizgisinden kaymak her kişinin işidir,ama duyguların HAKİMİ ALLAH'TIR diyerek Tevhid ekseninde kalmak ise er kişinin işidir...Bilmezmisin ki her kişi 'KİŞİ' değildir ancak er kişididr kişilikli olan!.
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!
Herkes etrafında saygı gösterirken,menfaatine dokunulmazken, kardeşlik sergilemek her kişinin işidir.. Amma kişisel menfaatine dokunduğu halde bağrına taş basıp” İnsan hatasız olmaz” diyerek.” Davama ihanet etmedi ki,davamızı baltalamadı ki, vurduğu darbe banadır,aldattığı benim” diyerek kardeşiyle kardeşlik sürdürmek ise er kişinin işi, çünkü yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!.
Adeta ateş çemberindeyken Dine,dinin emirlerine tutunmak elbette ki yiğit yüreklilerin işidir..Onların imanı köklü çınar gibi kök salmıştır kalplerine, hiçbir fırtına sökemez yerinden.”İnsanlar arsında öyleleri de vardır ki Allah’a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner.
Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur. “Hac suresi.11)..Onlara esen 28 şubat rüzgarı bile yeter. Sonbaharda yere düşmüş yaprak gibi savrulurlar her bir yere..vesselam...
Sabiha Ateş Alpat
İmtihanlar sözünün eri olanların seçilmesi ,iyi ile kötünün,sağlam ile çürüğün,sadık ile kazibin,dürüst ile döneğin,tembel ile çalışkanın ayrışması için olmazsa olmazdırlar…
Hayat bir okul.Ve her dünyaya gelen bu dünya okulunda okumak zorundadır,başka seçeneği yoktur çünkü.Mektebi geçmek isteyen, mutlaka imtihandan geçer.
Kulluk mektebinin imtihanı ise Sünnettullahtır!.
İman iddiasında bulunanlar, mutlaka bu söylemlerindeki samimiyetleri için sınavdan geçerler.Yani İmanlar imtihan edilirler.“Andolsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, “İnandık” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanarlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya koyacaktır.”(2.3Ankebut suresi).
İmtihan varsa soru da var demektir. Elbette ki her sınıf kendi seviyesinde sorularla muhatap olacaktır. Bunun içindir ki iyilerin imtihanı hep çetin olmuştur..
İşte Peygamberler!.Tevhid denilince hemen hatırladığımız hz. İbrahim!.
Can ile,mal ile ve evlat ile imtihan edilmişti. Canıyla ateşe atılırken perva etmemiş,malını verirken perva etmemişti… Hatırlayalım!.
Hani Çölün ortasına hanımını ve İsmail’ini(en sevgili) bırakırken,hangi babanın yüreği el veriri ki; bakkalın,marketin,evin olmadığı bir yerde biricik evladını bıraksın!.Ama İbrahim= Teslimiyet olunca,imtihanlar silsilesi arda arda geliyor.Sonra kendi elleriyle çocuğunu kur’ban etmesi imtihanı!.Hz Musa İsrail oğullarının elinden az mı çekti, Fravun ile mücadelesinin yanında!…
Hz. Muhammed (sav) ise Yılların adını “Hüzün yılı” koyacak kadar imtihan edilmişti…
Ona inananlar da imtihan edileceklerdi..kimisi evlatlıktan red edilerek,kimisi ateşlere atılarak!.Kimisi yollara düşerek,hiç tanımadığı,dillerini,kültürlerini bilmediği beldelere gitmek zorunda kalarak!. Yiğitlerin ortaya çıkması,yiğit yüreklilerin ayrışması için imtihan kaçınılmazdı.Kısacası imtihan kaçınılmazdı, imtihanın şeklini de Allah belirliyordu.
Yasaklar,zindanlar,işkenceler,hastalıklar,sağlıkla r,evlatlar,evlatsızlıklar,barışlar,savaşlar,kavgal ar hepsi imtihan için!...
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!.
Uhdud ashabı gibi ateşten çukurlar dahi olsa çağdaş putların önünde eğilmemek,dik durmak,yalpa yapmamak er kişinin işidir.
Her taraftan kasırga eserken,kökünden sökülmemek er kişinin işidir elbette!.. Rüzgara göre yön değiştirmek ise her kişinin işi.
Dik duran yiğitlere taktıkları ”irtica””gerici” gibi yaftalara aldırmadan,hal dili ile” Sahabe hassasiyetini günümüze taşımanın adı gericilik ise ben gericiyim” diyebilmek ancak er kişinin işidir yiğidim!..Modern ve çağdaş olmak(ne demekse) uğruna kendi değerlerini hiçe saymak,kimliğini,kişiliğini alabora etmek her kişinin işi..
Yasaklar olmadan,moda denen illet olmadan tesettüre sahip çıkmak her kişinin işidir!.Yasaklara direnmek,türlü türlü dünyalık cazibesine rağmen modaya direnmek er kişinin işidir!
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!
Bankalar bangır bandır bağırarak faiz oranlarının artırdığı yerde, parasının hükümdarı Allah bilip eğilmemek er kişinin işidir!. Bu zamanda ekonomi faizsiz olmuyor,kredi kartı nasılsa caizdir diyerek kıvırmak ise her kişinin işi!
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!.
Kadınların kahır ekseriyetinin ,adını koymaktan bile utandığım,geldiği manayı yazmaktan ar ettiğim, her türlü süslerini,ziynetlerini ortaya sererek arz-ı endam ettiği bir yerde, iffetlerini korumak,harama bakmamak er kişinin işidir…
Her gördüğüne trene bakan gibi bakmak ise her kişinin işi!..Herkesin tesettürlü olduğu bir yerde “Gözlerinizi harama bakmaktan koruyun” ayetini yaşamak zor olmasa gerek!..
Yiğit zor zamanın adamıdır yiğidim!.
Duygulara kapılıp çizgisinden kaymak her kişinin işidir,ama duyguların HAKİMİ ALLAH'TIR diyerek Tevhid ekseninde kalmak ise er kişinin işidir...Bilmezmisin ki her kişi 'KİŞİ' değildir ancak er kişididr kişilikli olan!.
Yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!
Herkes etrafında saygı gösterirken,menfaatine dokunulmazken, kardeşlik sergilemek her kişinin işidir.. Amma kişisel menfaatine dokunduğu halde bağrına taş basıp” İnsan hatasız olmaz” diyerek.” Davama ihanet etmedi ki,davamızı baltalamadı ki, vurduğu darbe banadır,aldattığı benim” diyerek kardeşiyle kardeşlik sürdürmek ise er kişinin işi, çünkü yiğit zor zamanda belli olur yiğidim!.
Adeta ateş çemberindeyken Dine,dinin emirlerine tutunmak elbette ki yiğit yüreklilerin işidir..Onların imanı köklü çınar gibi kök salmıştır kalplerine, hiçbir fırtına sökemez yerinden.”İnsanlar arsında öyleleri de vardır ki Allah’a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder. Ona bir iyilik gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner.
Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur. “Hac suresi.11)..Onlara esen 28 şubat rüzgarı bile yeter. Sonbaharda yere düşmüş yaprak gibi savrulurlar her bir yere..vesselam...
Sabiha Ateş Alpat
3 Kasım 2008 Pazartesi
Dostum...
MuSTaFa iSLaMoĞLu
Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma.. Kimin geldiği önemli değil, kimin
gelmediği de… Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.
Yolcuya bakıp, yolu tanıma.Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver. Vahim olan,
yolun yolcusuz olması değil; Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve
seyyal…
"En doğru yol : en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak
lambasının altında arayan şaşkınlardır. Aldırma…
Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir. Dikenine katlanmaktan sözedenler, aşıkmış gibi davrananlardır.
Gerçek aşık olanlarsa, dikenini de severler.
Dostum, yollar yürümek içindir. Fakat, şu gerçeği de hiç unutma : Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.
Yol boyunca; Yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları, yolda metafizik
uyuşturucularla keyif çatanları, tel örgülerle çevirdiği yolu, kendisine zindan edip volta atanları, maratona 100 metre
koşucusu gibi hızlı girip, 50. metrede yola yatanları, yürüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine
zar atanları , yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını
çıkarıp, ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları, yanlış kılavuzlara
kızıp yolu satanları göreceksin.
Aldırma, yürü. Göğsüne yüreğinden başka muska takma. Vahiy haritan, Nebi kılavuzun, akıl pusulan, iman sermayen,
amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karakterin, edep aksesuarın , merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun. Doğru yol :
insanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.
Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin. Unutma, tevbe özeleştiridir. Kendisini hesaba çaken,
başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur.
Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman
olmaman için elzemdir. Yön tayini sık sık gerekli olabilir. Haritayı saklayabile-ceğin en güvenilir yerin yüreğindir. Bir
şey daha : Pusulayı sahte manyetik alanlardan, paraziter nesnelerden uzak tut; İbreyi saptırırlar da haberin olmayabilir.
Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir. Bilincini tahrif edecek her türlü uyuşturucudan uzak
durmalısın. Hobilerinin, fobilerinin, korkularının bilincin üzrindeki saptırıcı etkisini iyi hesap etmelisin. O'ndan
başkasından korkarsan , korktuğunun başına musallat edileceğini kesinlikle bilmelisin.
Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkularının tuzağıdır; Yani, kendi benliğinin sana kazdığı tuzak.
Hayırlı yolculuklar dostum.
Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma.. Kimin geldiği önemli değil, kimin
gelmediği de… Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.
Yolcuya bakıp, yolu tanıma.Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver. Vahim olan,
yolun yolcusuz olması değil; Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve
seyyal…
"En doğru yol : en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak
lambasının altında arayan şaşkınlardır. Aldırma…
Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir. Dikenine katlanmaktan sözedenler, aşıkmış gibi davrananlardır.
Gerçek aşık olanlarsa, dikenini de severler.
Dostum, yollar yürümek içindir. Fakat, şu gerçeği de hiç unutma : Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.
Yol boyunca; Yola çıkıp da yürümeyenleri, yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları, yolda metafizik
uyuşturucularla keyif çatanları, tel örgülerle çevirdiği yolu, kendisine zindan edip volta atanları, maratona 100 metre
koşucusu gibi hızlı girip, 50. metrede yola yatanları, yürüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine
zar atanları , yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları, ayağına batan tek bir dikenin faturasını
çıkarıp, ömür boyu tafra satanları, beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları, yanlış kılavuzlara
kızıp yolu satanları göreceksin.
Aldırma, yürü. Göğsüne yüreğinden başka muska takma. Vahiy haritan, Nebi kılavuzun, akıl pusulan, iman sermayen,
amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karakterin, edep aksesuarın , merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun. Doğru yol :
insanların çoğunun gittiği yol değil, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.
Yolda vereceğin her molayı özeleştiri durağında vermelisin. Unutma, tevbe özeleştiridir. Kendisini hesaba çaken,
başkalarınca hesaba çekilmekten kurtulur.
Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman
olmaman için elzemdir. Yön tayini sık sık gerekli olabilir. Haritayı saklayabile-ceğin en güvenilir yerin yüreğindir. Bir
şey daha : Pusulayı sahte manyetik alanlardan, paraziter nesnelerden uzak tut; İbreyi saptırırlar da haberin olmayabilir.
Yol emniyetin için gerekli olan şartların başında bilinç gelir. Bilincini tahrif edecek her türlü uyuşturucudan uzak
durmalısın. Hobilerinin, fobilerinin, korkularının bilincin üzrindeki saptırıcı etkisini iyi hesap etmelisin. O'ndan
başkasından korkarsan , korktuğunun başına musallat edileceğini kesinlikle bilmelisin.
Yolda düşeceğin en büyük tuzak, yersiz korkularının tuzağıdır; Yani, kendi benliğinin sana kazdığı tuzak.
Hayırlı yolculuklar dostum.
1 Kasım 2008 Cumartesi
Cecen Ana...
Açın sesini müziğin!
Milenyum diyorsunuz siz.
Bilmem kaçıncı bin yıla girerken aynı isimli gazeteler çıkarıyorsunuz.
Dünyanın dört bir yanından canlı olarak yayınlanacak
eğlenceler tertip ediyorsunuz...
Alın işte size armağan ediyorum yavrumun katılaşmış bedenini.
Biliyorum liderleriniz uzun uzun yeni bin yılın insanlığa barış,
hoş görü, mutluluk ve para getirmesi için temennilerde bulunacaklar.
O akşam, yılbaşı gecenizin tadını bozmayalım diye, zaten çarpıtarak
yayınladığınız vahşet görüntülerini de kaldıracaksınız yayından.
Yüzünüzü gökyüzündeki havai fişeklere çevirip,
bizim gökyüzümüzden yağan bomba seslerini duymayacaksiniz bile.
Sizin gökyüzünüzden yağacak ışıklar ile,
bizimkiler arasındaki farkı bile anlayamayacaksınız.
Size kahkaha sarhoşluğu, bize ölüm getiriyor ateş yağmurları.
Kiminiz karınıza, kiminiz çocuğunuza, kiminiz patronunuza, eşinize,
dostunuza, oğlunuza, kızınıza hediyeler alacaksınız...
Alın işte, ben bütün dünyaya armağan ediyorum oğlumun cansız bedenini.
Din adamları kutsallığa dair ayetler okuyacaklar, inançsızlar hümanizmden
bahsedecek biliyorum...
Ve hatta, en barbarlarınız bile o gün kan içmeye ara verecek...
Çocuğumun kanının tadını hissetmemek için şarap, votka içecekler
biliyorum.
En son ne zaman sarıldınız çocuklarınıza bilmiyorum.
Ama bu benim son defa sarılışım evladıma.
Daha doğru dürüst oyun bile
oynamadan elimden alanlara kahretmek yetmiyor.
Söndürmüyor içimdeki yangını. Size, koşa koşa, şen şakrak yeni bin
yıla girerken şarkılar söyleyen kitlelere hediye ediyorum minik yavrumu.
Karla karışık mermi yağdı mı üzerinize?
Soluduğunuz havanın kimyasal silahla katıştırılmiş olduğundan
endişelendiniz mi hiç?
Bastığınız yerde mayın çıkmasından tedirgin olup,
içtiğiniz suyla zehirlenmekten çekindiniz mi?
Çocuklarınız oyun bahçelerinde dadılar eşliğinde gezinirken,
kolu kopmuş bir Çeçenyalı çocuk gördünüz mü?
Seslerini yukseltin muzik setlerinizin...
Görüntülerini hızlandırın televizyonlarınızın.
Havai fişeklerinizin sayılarını arttırın. Daha çok için, daha çok sarhoş olun.
Gözlerinizi kapatın... Bakmayın resimlerimize, görüntülerimize...
Ama eğer görürseniz elimde oğlumun
cansız bedeniyle duran resmimi, kaçamazsınız artık.
Size armağan ediyorum yavrumu!
Vicdanlarınıza bir bıçak gibi saplıyorum işte...
Savaşların hiçbirini çocuklar çıkarmadı, anneler çıkarmadı.
Acının çoğunu çocuklar çekti, gözyaşının çoğunu anneler döktü.
Çocuklarınıza gösterin çocuğumun resmini.
Annelerinize gösterin benim göz pınarlarımın kuruduğu bu resmi.
Ölümün en uzak durması gereken günahsız bir yavrunun ölüsünü
armağan ediyorum yeni yıl hediyesi olarak çağdaş dünyaya.
Bu kaskatı beden, düne kadar korksa da ölümden, evlat gibi kokardı.
Gözüm gibi bakar, üzerine titrerken yağdı üzerine ölüm.
Planlarını kurduğunuz bilmem kaç bininci yılda ona yer yokmuş demek ki!
Kurguladığınız gelecekte Çeçen bebelere yer açmıyorsunuz madem,
alın işte gözünüze sokarcasına uzatıyorum yavrumun ölu resmini!
Hadi durmayın sevinin. Planlar yapın milenyuma dair...
Gece eğlenceleri için randevular verin birbirinize.
Hiçbirini yapmasanız bile, dünyanın bir yerinde acı çeken,
ölen, ağlayanları unutacaksınız biliyorum.
Doğan her gün bir doğumdur savaşı yaşayanlar için, bunu bilmezsiniz siz.
Batan güneş ölümün habercisi...
Ölüm en çok gece kusar üzerimize...
Bebelerimiz en çok rüyalarına girmesinden korkarlar düşmanların.
Yeni yıl gecesi siz atarken şuh kahkahaları,
ben oğlumun kaybolan sıcaklığını arayacağım soğuk sığınaklarda.
Ne duruyorsunuz?!!
Açın seslerini müziklerin... Eğlenin, coşun, yiyin, için.
Kapatın gözlerinizi, bakmayın resmimize...
Görmeyin ölümün fotoğrafını. Bebeğin ölümünü. Masumiyetin ölüsünün.
İnançsızları, vicdansızları, körleri anlarım.
Ama dualarını bile esirgeyen inananlara da armağan ediyorum bu resmi.
İmanın en zayıf tepkisini bile gösteremeyenlerin vicdanlarına
saplıyorum hançer gibi.
İsterseniz bakmayın bu resme. Yazıyı da okumayın.
Kapatın gazeteyi. Saatinize bakın. Sonra takvime...
Kaç hafta kaldı yeni yıla? Tatil kaç gün?
İki mi, bir mi?
Sarhoşları alacak mı yine resmi devlet arabaları meyhane önlerinden?
Peki evladımın cansız bedeni hep kucağımda mi kalacak böyle?
Yüreğiniz yetiyor mu bakmaya minik yavruma?
Kalbiniz taşıyabilecek mi anlatacaklarımı?
En iyisi boşverin siz. Yükseltin müziğin sesini,
sıklaştırın adımlarınızı..
Kaçın...
Kendinizden kaçın, vicdanınıza bir sığınak bulun.
Kabul edemeseniz de benim yeni yıl armağanımı,
sağanak gibi yağacak bebeğimin cansız bedeni gecenize!
19 Ekim 2008 Pazar
Rezil Olacağin Gün Yakindir İnşALLAH....
Ey İSRAİL
Nereye Kadar ZÜLÜM EDECEKSİNKİ?
Sonsuza kadar kimse senden HESAP SORMAYACAKMI SANDIN?
Yanıldın İSRAİL ,YANILDIN...
İBRAHİME ZÜLMEDEN NEMRUT GİBİ ,
SİZE ZÜLMEDEN FİRAVUN GİBİ ,
İSAYA ZÜLMEDEN ATALARIN GİBİ YANILDIN,
YANILDIN İŞTE İSRAİL...
Karşında ALLAH 'tan başka KİMSELERDEN KORKMAYAN ,
İZZETLİ, ŞEREFLİ, ONURLU Ordular Var Artık
Nice Az Toplulukların,
ZALİM olan çok Toplulukları Yendiği Gibi
ONLARDA ALLAH 'IN İZNİYLE Yaptıklarına Karşılık
SENİ Her İki Cihanda Yenecekler.
YAPTIKLARINA KARŞILIK
REZİL OLACAĞIN GÜNLER YAKINDIR İNŞAALLAH
Nereye Kadar ZÜLÜM EDECEKSİNKİ?
Sonsuza kadar kimse senden HESAP SORMAYACAKMI SANDIN?
Yanıldın İSRAİL ,YANILDIN...
İBRAHİME ZÜLMEDEN NEMRUT GİBİ ,
SİZE ZÜLMEDEN FİRAVUN GİBİ ,
İSAYA ZÜLMEDEN ATALARIN GİBİ YANILDIN,
YANILDIN İŞTE İSRAİL...
Karşında ALLAH 'tan başka KİMSELERDEN KORKMAYAN ,
İZZETLİ, ŞEREFLİ, ONURLU Ordular Var Artık
Nice Az Toplulukların,
ZALİM olan çok Toplulukları Yendiği Gibi
ONLARDA ALLAH 'IN İZNİYLE Yaptıklarına Karşılık
SENİ Her İki Cihanda Yenecekler.
YAPTIKLARINA KARŞILIK
REZİL OLACAĞIN GÜNLER YAKINDIR İNŞAALLAH
10 Ekim 2008 Cuma
Kafam baska yerlerde.......
Kafam başka yerlerde; vücudum şu naciz bedenim şimdi burda aranızda, lakin aklım fikrim orda ,
Filistin'de sapanla taş atan bir avuç insanla.
Çeçanya'da teknolojinin en üstün silahlarına gögüs geren Mücahid kahramanlarla.
Irak'ta tüm modern silahların kol gezdigi deneme tahtası haline getirilmiş yıgınlarla...
Yada Hindistan' da bombalanmış bir cami avlusunda, Büyük Şeytan Amerikanın zindanlarında Ömer AbdurRahman'a uygulanan bir işkence seansının ortasında,
Tunus'ta taguti düzenin Mazlum Ali E-lArise reva gördügü soysuz çirkin bir işkence sırasında...
Beyrut sokaklarında , Sabra ve Şatilla kamplarında, Kudüs sokaklarında...
Keşmir'in amansız mücadele veren kahraman mücahidlerin pusularında..
Daima ALLAH (cc) Hizbinin yanında, Hizbu-Şeytanın ve Yahudi köpeginin karşısında...
Yada içinde Firavunlaşan dışında ayet ayet sembolleşen örtülerin bulundugu bir Üniversitenin kapısında.
Yada zülmün kol kol gezdigi yeryüzünün bir başka mekanında...
Yüregim delhizlenmiş kör karanlık dipsiz kuyularda.
Benligim ve bencilligim zahir ile aldanmışlıgım felsefi boyutlarda, tıkanıp kalmışlıgım bir cümle izinli görüşlerin bayagılıgından beşeri sistemlerin çarpıklıgından, her türlü mesnetsiz ve meymenetsiz görüşten ALLAH (cc)' a sıgınırım............. Hiçbir şeyde gözüm yok ; gözüm gönlüm oralarda , zulmün kol gezip , zulmetin mustekbirler eliyle boy sürdügü Emperyalist zihniyetin devriye gezdigi yerlerde...
Bugün Taksim'de Kızılay'da zaman zaman toplanır ve nabzı atar ezilen Kardeşleri için Ümmetin..
O gün yürekler TEKBİR MİLLET Dicle gibi ,Fırat gibi kaynar yürekler taşar meydanlara.
Ta Dogulardan ,Toroslardan ,Munzurdan, Dersimden, Erciyesten, Agrıdan, Karcada dan, sıra sıra daglar, daglar kente yürür, yürür zulmün üstüne.......
İşte bu gerçektir Babıalide fincancı katırlarının , Hizbu-şeytanın ve dostlarının yüregine korku salan... Hergün yeni yeni senaryolar yazılır ve oynanır Mazlum halkımın kaderi üstüne...
Ve meydanlarda bir adam, meydanlarda siyaset arenasının ödül dolaplarıyla magrur listelere yazdırdıgı şiş göbekli yalakalar ve yavşaklar .
meydanlar insan seli KUTLU SEVDAM gitti gideli ....
adamlar adam arıyor, adam arayanlar adam degil. Ve bu adamlar ayaksız başlar, bu başların sömürü babında bagşettigi maaşlar bana ve halkıma lazım degil.
Bu meydanlar yıkılası bu köhme düzen tuzak bana ve ayaklarına zincirlerle gen vurulan halkıma..
ALLAH (cc)'ın yarattıgı bu mekanda hattı zatında bu zamanda bu kafayla dolaşmak , inanmak ve yaşamak adam gibi , insan gibi bir Muhavvit gibi yaşamak suç sayılmış bize......
Ey zulmünle ve zulmetinle karran gece, gecenin eli kanlı dostları ve karanlık yüzlü gecenin felaket tellalları..
Köşe bucak köşelerde ekranlarda yansıyan manşet manşet bu düzenin baykuşları, ötüp durmayın başımda .
Bazen gecenin , bazen kendini adamdan sanan nicelerin , yaşı yetmiş işi bitmemiş putperestlerin , alt-üst edilmiş degerlerin beyni kiralık satılık cigerlerin, cigeri beş para etmez heriflerin karşısındadır hep .
bir savaşçıdır kalbim savaşçıdır yüregim...
EY Hizbu-şeytan ve şeytanın aşagılık dostları bu kokuşmuş düzenin çagdaş
Firavunları, İnsan kasapları, haranzade karunları....
Ey bu düzenin din adına yıgınlları, insanları aldatan Hahamları belamları......
Unutmayın görkemli bekleyişlerle şanlı bir kıyama gebe olanlar da bizleriz..
90 yıllık bu zulüm bitecek elbet birgün bitecek.......
HAKK'a olan sonsuz muhabbeti ve batıla olan amansız nefretiyle bir kıyam doguracak bu ümmet bir kıyam..
Şehadet pahasına
Şehadet.......
Şehadet..........
Şehadet......
HAKK'a olan sonsuz muhabbeti ve batıla olan amansız nefretiyle bir kıyam doguracak bu ümmet bir kıyam..
Şehadet pahasına
Şehadet.......
Şehadet.......
Şehadet......
6 Ekim 2008 Pazartesi
Bir Yanimiz
YALANCI ŞAHİDLERİN
TÜKENECEKSE SÖZLERİ...
VE ZAMANA
GÜR BİR SADA İLE
ŞAHİDLİK EDİLECEKSE...
ORDA BİZ OLMALIYIZ...
Bir yanımız yangınlarda kavrulur..
Bir yanımız umudu ve direnci büyütür...
Bir yanımız şaşkın ve sükut içinde izlerken olan biteni...
Bir yanımız kuşanıp merhameti ülke ülke dolaşır yürek coğrafyamızı..
Bir yanımız telaş içinde bir kısacık ömre tutsak....
Bir yanımız ölümsüzlüğü daha çok sevmekte hayattan..
Bir yanımız Bağdat, Beyrut bir yanımız....
Bir yanımız festivaller renkli ziyafet sofraları...
Ve Bir yanımız Kudüs İstanbul bir yanımız..
Ve bir gün gökten çocuk ölümlerini haber veren sesler kesilecekse eğer..
Çocukları saracaksa anneler alevler sarmadan önce..
Mescidi aksa yağız bir delikanlı gibi tekrar dikilecekse ayakları üstüne
Sapan taşları ile yeniden kuşların ardına düşecekse çocuklar..
Yalancı şahidlerin tükenecekse sözleri..
Ve zamana gür bir sada ile şahidlik edilecekse..
Orda BİZ olmalıyız..
VE BİR YANIMIZ YANIMIZDA OLMALI...
Çünkü ALLAH Bir Ve herşeye Kadir
HasbinALLAH ve ni'mel Vekil Fe Ni'mel Mevla Ve ni'mel Nasir
5 Ekim 2008 Pazar
2 Ekim 2008 Perşembe
Cecen Cocuklarin yüreğindeki yangini kim söndürecek? ....kim
Hulimat Zelimhanova*
Bugün her Çeçen'de ölenlerin acısı ve yaşayanların endişesi var. Her insanın kendi vatanı var. Vatan, her insan için sonsuza kadar değerli. Benim vatanım Çeçenya Cumhuriyeti. Burada, Caharkale'de doğdum. Burada eğitim aldım. Öğretmen oldum. Kısacık ömrümde ben, aynı zamanda burada yaşayan herkes öyle şeylerle karşılaşmak zorunda kaldı ki, en korkunç rüyada bile görülmezdi galiba. Bilmiyorum, son 10-15 yılda felaket yaşamamış tek bir aile var mı acaba? 'Birinci' savaş ve şu anda devam eden 'terör karşıtı operasyonun' kaç kişinin ve üstelik suçsuz insanının hayatını götürdüğünü kastediyorum.
Anlatmak istediğim hikâye bir aile ile ilgili… Ancak bu ailenin hikâyesinde tüm halkımızın tarihini görmek mümkün. Bir zamanlarda dağ köylerinde bir kadın yaşıyordu. Genç. Sevdiği kişi ile evlendi. Şafak vakti evlerine gelen NKVD (Sovyetler döneminin içişleri bakanlığı) çalışanları tarafından kocası alınıp götürüldüğünde ilk bebeğine hamile idi. O zaman henüz kendisi 17 yaşındaydı. Kocası tutuklandıktan altı ay sonra oğlunu dünyaya getirdi. Oğlunu büyüttü, 1944 sürgünün tüm dehşet ve zorluklarını yaşadı, oradan da geri döndü. Ömrünü oğluna verdi, onu ayakları üzerinde durdurdu. Hayatı boyunca toprakta çalıştı, sadece oğlu sağlam ve sağlıklı yetişsin diye. Gerçek bir insan olsun, doğduğu ve yaşadığı toprağın sahibi olsun diye.
Ancak korkunç bir şekilde, milli trajediler Çeçen tarihinde tekrarlanıyor, belirli bir süre geçtikten sonra meydana geliyorlar. 1944 Şubatında meydana gelen tüm halkın sürgünü, sürgünde karşılaşılan felaketleri, mahrumiyetleri bu kahraman kadının ailesi 20. yüzyılın sonunda yaşamak zorunda kaldı. Yani 1995'deBu korkunç bir gündü. 1995, 3 Ocak sabahı. O günün şafağında aile Bamut'tan mültecileri kabul etti. İnsan çoktu. Ve gelen herkes bu evde sığınak, sükûnet, sıcaklık, yemek ve destek buldu. Ama diğer dağ köylerinde olduğu gibi bu evde de ne gaz, ne elektrik ne de su vardı.
Ailenin reisi, bitkin, soğuktan donmuş mültecileri ısıtmak için, ocağı yakacak odunu nereden alacağını düşündü. Yakında orman vardı, ancak oraya odun için gitmek ölüm tehlikesi olurdu, çünkü gökyüzünde askeri helikopterler vardı. Ve o zaman, ev sahibinin on yaşındaki oğlu, babasından izin istemeden, baltayı aldı ve odun için gitti. Evin yakınından geçen nehre atladı, geçti ve ormanın kenarından dal budak kırmaya başladı. Birden helikopter geldi. Çocuğun üzerinde dönmeye başladı, düzenli olarak onun tarafına izli mermiler atmaya başladı. Çocuğun annesi bunu camdan gördü. Çığlıkla: "Oğluma ateş ediyorlar!" dedi ve evden fırladı. Onun ardından büyük kızı, daha sonra ortancası çıktı. Oğlan çocuğuna yardıma koşan kadın ailenin dördüncü en küçük kız idi. Aile reisi onların ardından çıktı ve onları durdurmaya çalıştı, ama sonuç alamadı. Karısı ve kızları onu duymadı, çünkü helikopterin sesi engel oldu. Beklenmedik bir şekilde çocuğun üzerinde dönen helikopter döndü, anne ve kızların üzerine geldi.
Tek bir yaylım ateşi ile onların hepsini yere serdi. Beyaz karın üzerinde kırmızı kan lekeleri oluştu. İlk önce anne, daha sonra kızı, ardından diğeri ve diğeri düştü… Anne ve kızlardan biri isabet eden mermilerden sonra bir daha kalkamadı, evin yakınında patlayan roket kocası ve hayatta kalan iki kızını hayat boyunca sakat bıraktı. Kızlardan biri 12, ikincisi 22 yaşında idi, annesiyle ölen kız ise 17 yaşını doldurmamıştı. Bu trajedi, henüz doğmadan Sovyet yönetimi yıllarında babasız kalmış olarak dünyaya gelen 1937 doğumlu Sultanov Salman Alavdinoviç'in ailesinde meydana geldi. O hayatı boyunca çalıştı, kendi ekmeğini kazandı, çocuklarını büyüttü. Salman her zaman onlara şöyle söylemişti: " Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, iyiliğin kötülüğe galip geleceğini her zaman hatırlayın." Ancak o çocuklarını bu kötülükten, savaşın kötülüğünden koruyamadı.
Ben öğretmenim. Her zaman çocukların tüm sorularını cevaplayabileceğimi düşündüm. Ama altı yıldır o gün tek ayağını kaybetmiş olan çocuğun sorusunu cevaplayamıyorum. Bu korkunç trajedide annesi ve ablasını kaybeden kıza cevap veremiyorum. Yaralı olan 12 yaşındaki bu kız, "Bu bana ne için oldu" diye sormuştu.Öldürülen Çeçen çocukları...
Bu, ona binlerce ve binlerce sakat ve yetim kalan çocuğa ne için oldu? Tarih bir zaman bu soruları belki cevaplayabilir, ama ben cevaplayamadım. Çünkü tüm cevaplarım bu çocuğun gözündeki üzüntüden parçalandı.
Yetişkinler bir şekilde acı, üzüntü, ailelerini ve yakınlarını kaybetmeyi taşıyabilirler, ama bu çocuklar için yüz katı daha ağır. Onlara neler olduğunu anlatmak mümkün değil. Başlarına bombaların ve mermilerin neden düştüğünü, anne-babalarının, erkek ve kız kardeşlerinin, arkadaşlarının neden öldürüldüğünü anlatamayız… Çocuğun acısını anlamak için kendimizi onun yerine koymalıyız, bu ise çok zor.
Görevimden dolayı (şimdi öğretmenlerle çalışıyorum) her zaman öğretmenlerin, savaşın tüm dehşetini yaşamış olan çocuklarımızın neler düşündüğünü, ne acılarla yaşadıklarını görmelerini isterdim.
Ve şöyle bir düşünce aklıma geldi. Aralık 2004'de meslektaşlarımın desteği ile ülkede çocuklara yönelik 'Çocukluğumda yaralanan ben savaşa lanet okuyorum' konulu kompozisyon yarışması düzenledik. Çocukların çalışmalarını gözyaşları, kalbimde acı ile okuduğumu söylersem gerçekten bir şey söylememiş olurum… Bu çalışmaları tek bir yetişkin gözyaşı ve acı duymadan okuyabilir mi acaba.
Bu çalışmalardan bir kaçını örnek olarak getirmek istiyorum. Şatoy bölgesinden 8. sınıf öğrencisi bir erkek çocuğu yazıyor. Kompozisyonuna 'Siyah kare' adını verdi. Çocuğun yazdığına göre, ailesi ile beraber havadan saldırılar ve bombalı saldırılar yaşadı. Daha sonra ailesi onu Astrahan bölgesine götürmeyi başardı. Bir defasında okulda öğretmeni sekizinci sınıfa, Rusya-Alman savaşı hakkında bir kompozisyon yazma ödevi verdi. Bu savaş hakkında bildiklerini yazmayı söyledi. Çocuk uzun süre düşündü. Çünkü sınıf arkadaşlarından farklı olarak, savaşı kendi gözleri ile görmüştü. Ama o, nasıl ve ne yazması gerektiğini bilmiyordu. Sonunda bir yol buldu. Çalışması bir tek resimden oluşuyordu. Kırmızı çizgi ve noktalı siyah bir kare. Öğretmen bu çalışmayı görünce çocuğun durumunu, ruhundaki acıyı anladı. Bu tür çalışmalar çok.
Sığınaklarda yaşamak zorunda kalmış, hava saldırıları ve bombalamaları yaşamış, yaşıtlarının ölümünü görmüş, savaş sebebiyle elini ayağını kaybetmiş çocuklarla birlikte okuyan 5. sınıf öğrencisi olan bir başka çocuk şunları yazdı. Kompozisyonu şöyle başlıyor:
"Çocukluğunda yaralanan ben savaşa lanet okuyorum.
Hangisinden başlamam gerektiğini ben de bilmiyorum.
Harabelerden mi, enkazlardan mı? Kırılan kalplerden mi?
Allah'a yalvarıyorum, canımı alsın diye…"
Eğer 10-12 yaşındaki bir çocuk Allah'a ölmesi için yalvarıyorsa, onun durumunu, nasıl bir acı yaşadığını, yeryüzünde iyiliğe ve adalete olan inancını ne kadar kaybettiğini düşünün… Galiba biz yetişkinler için, savaşı yaşamış bu çocukları bu durumdan kurtarabilmemiz için on yıl yetmez.
İkinci sınıf öğrencisi olan küçük kızın yazdığı kompozisyon ise şöyle: "Benim yaşım Çeçenya'daki savaşın yaşıyla eşit." Çocuk dokuz yaşında ve hayatında iki savaş gördü. Birinci savaşta doğdu ve ikinci savaşı yaşıyor. Aynı çocuk şöyle diyor: "Büyükler savaşı durdurun."
Açkhoy-Martan'dan bir çocuğun yazdığı bir başka çalışmayı alalım: "Eğer yetişkinler çocuklar için ne kadar ağır ve acı verici olduğunu bilselerdi, gürültü koparmazlardı."
Bu kız çocuğu birinci savaş başladığında kendisini beş yaşında olduğunu yazdı. Saldırı ateşi açıldığında, annesi onu sığınağa gizliyor ve kucaklıyordu, üzerini başörtüsü ile kapatarak şöyle diyordu: "Kızım, Diana! Ağlama, korkma, düğünde silah sıkıyorlar".
"Ben yetişkinlerin çocukları böylesine korkutan bir geleneği neden kaldırmadıklarını düşünüyordum. Neden kaldırmıyorlar?"
O zaman her şeyi anlamıyordu. Ancak ikinci savaşta altı yaşındaydı. Ve o artık her patlamanın, silah sesinin düğün olmadığını biliyordu. Bu savaştı. Ve şimdi artık kendisi üç yaşındaki kız kardeşi Luiza'yı kucaklıyordu. Ve onu sakinleştiriyordu: "Ağlama Luiza, düğünde ateş ediyorlar…"
Bu konu hakkında çok şey söylenebilir, ama acı veriyor. Çok acı verici. Bir kez daha tekrarlıyorum, birinin acısını eğer bizzat yaşamadıysak anlamamız mümkün değil. Ben yakınlarını kaybetmenin, bir saat içinde evinden ve köyünden mahrum kalmanın ne demek olduğunu biliyorum. Ben kaybolan birinin kız kardeşinin, annesinin neler yaşadığını biliyorum… Çünkü bir akşam erkek kardeşimin gelişini göremedim. Onu aramak için ne kadar çalıştığımı, ne kadar başarabildiğimi anlatmayacağım. Galiba doğru söylüyorlar, eğer Allah yazmadıysa bir insan ölmüyor. Kardeşimin hayatının bitmesi 45 yaşında değil daha sonrası için yazıldı galiba… Uzun süren aramalardan sonra onu bulduk. Onu sağ bulduk ama sağlıklı olduğunu söyleyemem…Savaşla ilgili inanılmayacak sayıda çok şey anlatılabilir, üstelik bunları düşünmek gerekmiyor, böyle şeyler hemen her gün meydana geliyor. Bugüne kadar halen gözümün önünde annesi ile beraber Assinovskaya kasabasında ölmüş olan öğrencim Fatima Dzeytova var. 2000 yılıydı. Roket saldırısı sonrasında anne ve kızı hayatını kaybetmişti. Birçokları kız çocuğuna imrenmişti. Şöyle diyorlardı: "Babasız ve daha sonran annesiz kalmak çocuk için nasıl olurdu? Annesi ile beraber ölmüş olması onun mutluluğu." Çocuk sadece 12 yaşındaydı.
Bazı öğrencilerimin sorularını cevaplayamıyorum. Elbette anlayabilirim, ama bunu çocuklara açıklayamam. Örneğin bir çocuk şöyle bir soru soruyor: "Babam ne zaman dönecek?" Bu soruyu 28 Ekim 2002 gecesi babası götürülen komşu çocuğu sordu. O zaman çocuk henüz üç yaşındaydı ve şimdi yedi yaşında. Okula bile başladı. Ve halen babasını bekliyor. Baba ise yok… Çocukların anne babalarının kaybolması çok korkunç. Bu çok korkunç bir şey.
Bundan dolayı galiba benim ve her birimizin ölenler için acımız ve yaşayanlar için endişemiz var. Çünkü bugün senin başına da aynı şeyin gelmeyeceği güveni yok. Ve bu acı, bu endişe her Çeçen kadında yaşıyor.
Çocuklarımıza iyiliğe, insanlığa yeniden inanmaları, hayatlarında kendi gözleri ile gördükleri ve her gün ailelerinin gözlerinde gördükleri dehşetin tekrarlamayacağına inandırmamız için çok zaman gerekecek. Çocukları bu durumdan çıkarabilmek için çok seneler gerekecek. Ve tüm bunları birden çözmek mümkün olabilecek mi. Öncelikli olarak çocukların ruh hallerini tedavi etmek lazım. Belki o zaman çocuklarımız şimdiki durumlarının aksine içten gülebilecekler, mutlu olabilecekler. Onlar gülüyorlar, ama gözlerinde hüzün var, onlar tebessüm ediyorlar ama gözlerinde acı var. Bu normal değil. Çocuğun acısını anlamak için, dinlemek lazım, kalpten dinlemek lazım. Ve ona yardım etmek lazım.
*Çeçen-İçkerya Eğitim Bakanlığı kadrosunda öğretmen olan Hulimat Zelimhanova'nın Livechechnya.org'ta yayımlanan yazısını Ajans Kafkas için Özlem Güngör çevirdi.
Kaynak: Ajans Kafkas
Bugün her Çeçen'de ölenlerin acısı ve yaşayanların endişesi var. Her insanın kendi vatanı var. Vatan, her insan için sonsuza kadar değerli. Benim vatanım Çeçenya Cumhuriyeti. Burada, Caharkale'de doğdum. Burada eğitim aldım. Öğretmen oldum. Kısacık ömrümde ben, aynı zamanda burada yaşayan herkes öyle şeylerle karşılaşmak zorunda kaldı ki, en korkunç rüyada bile görülmezdi galiba. Bilmiyorum, son 10-15 yılda felaket yaşamamış tek bir aile var mı acaba? 'Birinci' savaş ve şu anda devam eden 'terör karşıtı operasyonun' kaç kişinin ve üstelik suçsuz insanının hayatını götürdüğünü kastediyorum.
Anlatmak istediğim hikâye bir aile ile ilgili… Ancak bu ailenin hikâyesinde tüm halkımızın tarihini görmek mümkün. Bir zamanlarda dağ köylerinde bir kadın yaşıyordu. Genç. Sevdiği kişi ile evlendi. Şafak vakti evlerine gelen NKVD (Sovyetler döneminin içişleri bakanlığı) çalışanları tarafından kocası alınıp götürüldüğünde ilk bebeğine hamile idi. O zaman henüz kendisi 17 yaşındaydı. Kocası tutuklandıktan altı ay sonra oğlunu dünyaya getirdi. Oğlunu büyüttü, 1944 sürgünün tüm dehşet ve zorluklarını yaşadı, oradan da geri döndü. Ömrünü oğluna verdi, onu ayakları üzerinde durdurdu. Hayatı boyunca toprakta çalıştı, sadece oğlu sağlam ve sağlıklı yetişsin diye. Gerçek bir insan olsun, doğduğu ve yaşadığı toprağın sahibi olsun diye.
Ancak korkunç bir şekilde, milli trajediler Çeçen tarihinde tekrarlanıyor, belirli bir süre geçtikten sonra meydana geliyorlar. 1944 Şubatında meydana gelen tüm halkın sürgünü, sürgünde karşılaşılan felaketleri, mahrumiyetleri bu kahraman kadının ailesi 20. yüzyılın sonunda yaşamak zorunda kaldı. Yani 1995'deBu korkunç bir gündü. 1995, 3 Ocak sabahı. O günün şafağında aile Bamut'tan mültecileri kabul etti. İnsan çoktu. Ve gelen herkes bu evde sığınak, sükûnet, sıcaklık, yemek ve destek buldu. Ama diğer dağ köylerinde olduğu gibi bu evde de ne gaz, ne elektrik ne de su vardı.
Ailenin reisi, bitkin, soğuktan donmuş mültecileri ısıtmak için, ocağı yakacak odunu nereden alacağını düşündü. Yakında orman vardı, ancak oraya odun için gitmek ölüm tehlikesi olurdu, çünkü gökyüzünde askeri helikopterler vardı. Ve o zaman, ev sahibinin on yaşındaki oğlu, babasından izin istemeden, baltayı aldı ve odun için gitti. Evin yakınından geçen nehre atladı, geçti ve ormanın kenarından dal budak kırmaya başladı. Birden helikopter geldi. Çocuğun üzerinde dönmeye başladı, düzenli olarak onun tarafına izli mermiler atmaya başladı. Çocuğun annesi bunu camdan gördü. Çığlıkla: "Oğluma ateş ediyorlar!" dedi ve evden fırladı. Onun ardından büyük kızı, daha sonra ortancası çıktı. Oğlan çocuğuna yardıma koşan kadın ailenin dördüncü en küçük kız idi. Aile reisi onların ardından çıktı ve onları durdurmaya çalıştı, ama sonuç alamadı. Karısı ve kızları onu duymadı, çünkü helikopterin sesi engel oldu. Beklenmedik bir şekilde çocuğun üzerinde dönen helikopter döndü, anne ve kızların üzerine geldi.
Tek bir yaylım ateşi ile onların hepsini yere serdi. Beyaz karın üzerinde kırmızı kan lekeleri oluştu. İlk önce anne, daha sonra kızı, ardından diğeri ve diğeri düştü… Anne ve kızlardan biri isabet eden mermilerden sonra bir daha kalkamadı, evin yakınında patlayan roket kocası ve hayatta kalan iki kızını hayat boyunca sakat bıraktı. Kızlardan biri 12, ikincisi 22 yaşında idi, annesiyle ölen kız ise 17 yaşını doldurmamıştı. Bu trajedi, henüz doğmadan Sovyet yönetimi yıllarında babasız kalmış olarak dünyaya gelen 1937 doğumlu Sultanov Salman Alavdinoviç'in ailesinde meydana geldi. O hayatı boyunca çalıştı, kendi ekmeğini kazandı, çocuklarını büyüttü. Salman her zaman onlara şöyle söylemişti: " Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, iyiliğin kötülüğe galip geleceğini her zaman hatırlayın." Ancak o çocuklarını bu kötülükten, savaşın kötülüğünden koruyamadı.
Ben öğretmenim. Her zaman çocukların tüm sorularını cevaplayabileceğimi düşündüm. Ama altı yıldır o gün tek ayağını kaybetmiş olan çocuğun sorusunu cevaplayamıyorum. Bu korkunç trajedide annesi ve ablasını kaybeden kıza cevap veremiyorum. Yaralı olan 12 yaşındaki bu kız, "Bu bana ne için oldu" diye sormuştu.Öldürülen Çeçen çocukları...
Bu, ona binlerce ve binlerce sakat ve yetim kalan çocuğa ne için oldu? Tarih bir zaman bu soruları belki cevaplayabilir, ama ben cevaplayamadım. Çünkü tüm cevaplarım bu çocuğun gözündeki üzüntüden parçalandı.
Yetişkinler bir şekilde acı, üzüntü, ailelerini ve yakınlarını kaybetmeyi taşıyabilirler, ama bu çocuklar için yüz katı daha ağır. Onlara neler olduğunu anlatmak mümkün değil. Başlarına bombaların ve mermilerin neden düştüğünü, anne-babalarının, erkek ve kız kardeşlerinin, arkadaşlarının neden öldürüldüğünü anlatamayız… Çocuğun acısını anlamak için kendimizi onun yerine koymalıyız, bu ise çok zor.
Görevimden dolayı (şimdi öğretmenlerle çalışıyorum) her zaman öğretmenlerin, savaşın tüm dehşetini yaşamış olan çocuklarımızın neler düşündüğünü, ne acılarla yaşadıklarını görmelerini isterdim.
Ve şöyle bir düşünce aklıma geldi. Aralık 2004'de meslektaşlarımın desteği ile ülkede çocuklara yönelik 'Çocukluğumda yaralanan ben savaşa lanet okuyorum' konulu kompozisyon yarışması düzenledik. Çocukların çalışmalarını gözyaşları, kalbimde acı ile okuduğumu söylersem gerçekten bir şey söylememiş olurum… Bu çalışmaları tek bir yetişkin gözyaşı ve acı duymadan okuyabilir mi acaba.
Bu çalışmalardan bir kaçını örnek olarak getirmek istiyorum. Şatoy bölgesinden 8. sınıf öğrencisi bir erkek çocuğu yazıyor. Kompozisyonuna 'Siyah kare' adını verdi. Çocuğun yazdığına göre, ailesi ile beraber havadan saldırılar ve bombalı saldırılar yaşadı. Daha sonra ailesi onu Astrahan bölgesine götürmeyi başardı. Bir defasında okulda öğretmeni sekizinci sınıfa, Rusya-Alman savaşı hakkında bir kompozisyon yazma ödevi verdi. Bu savaş hakkında bildiklerini yazmayı söyledi. Çocuk uzun süre düşündü. Çünkü sınıf arkadaşlarından farklı olarak, savaşı kendi gözleri ile görmüştü. Ama o, nasıl ve ne yazması gerektiğini bilmiyordu. Sonunda bir yol buldu. Çalışması bir tek resimden oluşuyordu. Kırmızı çizgi ve noktalı siyah bir kare. Öğretmen bu çalışmayı görünce çocuğun durumunu, ruhundaki acıyı anladı. Bu tür çalışmalar çok.
Sığınaklarda yaşamak zorunda kalmış, hava saldırıları ve bombalamaları yaşamış, yaşıtlarının ölümünü görmüş, savaş sebebiyle elini ayağını kaybetmiş çocuklarla birlikte okuyan 5. sınıf öğrencisi olan bir başka çocuk şunları yazdı. Kompozisyonu şöyle başlıyor:
"Çocukluğunda yaralanan ben savaşa lanet okuyorum.
Hangisinden başlamam gerektiğini ben de bilmiyorum.
Harabelerden mi, enkazlardan mı? Kırılan kalplerden mi?
Allah'a yalvarıyorum, canımı alsın diye…"
Eğer 10-12 yaşındaki bir çocuk Allah'a ölmesi için yalvarıyorsa, onun durumunu, nasıl bir acı yaşadığını, yeryüzünde iyiliğe ve adalete olan inancını ne kadar kaybettiğini düşünün… Galiba biz yetişkinler için, savaşı yaşamış bu çocukları bu durumdan kurtarabilmemiz için on yıl yetmez.
İkinci sınıf öğrencisi olan küçük kızın yazdığı kompozisyon ise şöyle: "Benim yaşım Çeçenya'daki savaşın yaşıyla eşit." Çocuk dokuz yaşında ve hayatında iki savaş gördü. Birinci savaşta doğdu ve ikinci savaşı yaşıyor. Aynı çocuk şöyle diyor: "Büyükler savaşı durdurun."
Açkhoy-Martan'dan bir çocuğun yazdığı bir başka çalışmayı alalım: "Eğer yetişkinler çocuklar için ne kadar ağır ve acı verici olduğunu bilselerdi, gürültü koparmazlardı."
Bu kız çocuğu birinci savaş başladığında kendisini beş yaşında olduğunu yazdı. Saldırı ateşi açıldığında, annesi onu sığınağa gizliyor ve kucaklıyordu, üzerini başörtüsü ile kapatarak şöyle diyordu: "Kızım, Diana! Ağlama, korkma, düğünde silah sıkıyorlar".
"Ben yetişkinlerin çocukları böylesine korkutan bir geleneği neden kaldırmadıklarını düşünüyordum. Neden kaldırmıyorlar?"
O zaman her şeyi anlamıyordu. Ancak ikinci savaşta altı yaşındaydı. Ve o artık her patlamanın, silah sesinin düğün olmadığını biliyordu. Bu savaştı. Ve şimdi artık kendisi üç yaşındaki kız kardeşi Luiza'yı kucaklıyordu. Ve onu sakinleştiriyordu: "Ağlama Luiza, düğünde ateş ediyorlar…"
Bu konu hakkında çok şey söylenebilir, ama acı veriyor. Çok acı verici. Bir kez daha tekrarlıyorum, birinin acısını eğer bizzat yaşamadıysak anlamamız mümkün değil. Ben yakınlarını kaybetmenin, bir saat içinde evinden ve köyünden mahrum kalmanın ne demek olduğunu biliyorum. Ben kaybolan birinin kız kardeşinin, annesinin neler yaşadığını biliyorum… Çünkü bir akşam erkek kardeşimin gelişini göremedim. Onu aramak için ne kadar çalıştığımı, ne kadar başarabildiğimi anlatmayacağım. Galiba doğru söylüyorlar, eğer Allah yazmadıysa bir insan ölmüyor. Kardeşimin hayatının bitmesi 45 yaşında değil daha sonrası için yazıldı galiba… Uzun süren aramalardan sonra onu bulduk. Onu sağ bulduk ama sağlıklı olduğunu söyleyemem…Savaşla ilgili inanılmayacak sayıda çok şey anlatılabilir, üstelik bunları düşünmek gerekmiyor, böyle şeyler hemen her gün meydana geliyor. Bugüne kadar halen gözümün önünde annesi ile beraber Assinovskaya kasabasında ölmüş olan öğrencim Fatima Dzeytova var. 2000 yılıydı. Roket saldırısı sonrasında anne ve kızı hayatını kaybetmişti. Birçokları kız çocuğuna imrenmişti. Şöyle diyorlardı: "Babasız ve daha sonran annesiz kalmak çocuk için nasıl olurdu? Annesi ile beraber ölmüş olması onun mutluluğu." Çocuk sadece 12 yaşındaydı.
Bazı öğrencilerimin sorularını cevaplayamıyorum. Elbette anlayabilirim, ama bunu çocuklara açıklayamam. Örneğin bir çocuk şöyle bir soru soruyor: "Babam ne zaman dönecek?" Bu soruyu 28 Ekim 2002 gecesi babası götürülen komşu çocuğu sordu. O zaman çocuk henüz üç yaşındaydı ve şimdi yedi yaşında. Okula bile başladı. Ve halen babasını bekliyor. Baba ise yok… Çocukların anne babalarının kaybolması çok korkunç. Bu çok korkunç bir şey.
Bundan dolayı galiba benim ve her birimizin ölenler için acımız ve yaşayanlar için endişemiz var. Çünkü bugün senin başına da aynı şeyin gelmeyeceği güveni yok. Ve bu acı, bu endişe her Çeçen kadında yaşıyor.
Çocuklarımıza iyiliğe, insanlığa yeniden inanmaları, hayatlarında kendi gözleri ile gördükleri ve her gün ailelerinin gözlerinde gördükleri dehşetin tekrarlamayacağına inandırmamız için çok zaman gerekecek. Çocukları bu durumdan çıkarabilmek için çok seneler gerekecek. Ve tüm bunları birden çözmek mümkün olabilecek mi. Öncelikli olarak çocukların ruh hallerini tedavi etmek lazım. Belki o zaman çocuklarımız şimdiki durumlarının aksine içten gülebilecekler, mutlu olabilecekler. Onlar gülüyorlar, ama gözlerinde hüzün var, onlar tebessüm ediyorlar ama gözlerinde acı var. Bu normal değil. Çocuğun acısını anlamak için, dinlemek lazım, kalpten dinlemek lazım. Ve ona yardım etmek lazım.
*Çeçen-İçkerya Eğitim Bakanlığı kadrosunda öğretmen olan Hulimat Zelimhanova'nın Livechechnya.org'ta yayımlanan yazısını Ajans Kafkas için Özlem Güngör çevirdi.
Kaynak: Ajans Kafkas
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)