8 Mayıs 2008 Perşembe

Düştü Tarih… İnsan ve Akıl…{İstişhadı Meşru Kılan Ne?}

Yakın zamanda İHH tarafından İstanbul’a getirilip, tedavi edilmek üzere hastanelere yatırılan Filistinli yaralılardan ikisini ziyaret etme fırsatım oldu. Kilometrelerce ötede yaşanıp, ekranlar vasıtasıyla odalarımıza kadar yansıyan zulüm görüntüleri hepimizi etkiliyor şüphesiz. Bilmiyorum ne kadar etkileniyoruz, ancak bir anlık dahi olsa empati kurabiliyor muyuz? Acılarını yüreğimizin derinliklerinde kendi acımız bilip, onlar kadar yanabiliyor muyuz? Elbette gözlerimiz yaşarıyor, elbette içimiz acıyor ancak düğmesine dokunup ekranı kararttığımız vakit o içimizi yakan köz de kararıp kalmıyor mu?

Bugüne dek birçok yazı, birçok şiir yazan, birçok söz söyleyen biri olarak Filistinli yaralıları ziyaretimin bana öğrettiği şey şu oldu; “ben aslında hiç Filistin’i, işgali, intifadayı hissederek yazmamışım”. Yazdıklarım ancak düğmeye basıp ekran kararıncaya kadar hissettiklerimle sınırlı kalmış.

Hani henüz 14 yaşında…
Gözlerinin feri sönmüş derler ya, öyle bakıyor yüzümüze. Yaşlı insanlar için söylenir bu söz normal şartlarda, hayatın bütün yükünü yüklenmiş, bütün yaşanacak acıları yaşamış, bir sürü pişmanlık, bir sürü yaşanmışlık, yılların yorgunluğu üzerine söner insanın gözlerinin feri. Hani 14 yaşında… Ne yaşamış olabilir ki diyemiyorsunuz vücudunu görünce, ne yaşamamış ki diyorsunuz sessizce. Okul çocuğu Hani… Birgün okul çıkışında her çocuğun yaptığı kaçamaklar gibi bir kaçamak yapmış arkadaşlarıyla oyun oynamaya gitmiş. İsrail’in insansız helikopterleri tarafından arkadaşlarıyla oyun oynarken üzerlerine bomba yağdırılmış. Suçları sadece “oyun oynamak”mış. Birçok arkadaşı gözlerinin önünde ölmüş. Hani şanslı demek ne kadar doğru bilmiyorum. Dilim varmıyor Hani şanslı demeye. Bu saldırı sırasında bir bacağını kaybetmiş çünkü Hani, diğer bacağı kırık, sol el parmakları farklı yerlerinden kopmuş, vücudundaki yanık ve yaralar canını nasıl yakıyor hangimiz hissedebiliriz? Bir anne ve bir baba için ne demek çocuğunu bu halde görmek? Babası başında Hani’nin, onunda gözlerinin feri sönmüş. Oğlu bir fidan gibi budanmışken, ne hisseder bir baba?

Biz Hani’nin yanındayken odaya bir başka Filistinli yaralı giriyor. Yarası hafif…Tank mermisiyle ayağından vurulmuş bir doktor olduğunu öğreniyoruz. Mütebessim bir çehreyle odaya giriyor Dr. Fayiz. İçeri girer girmez Hani’nin yanına gelip ona moral vermek için olduğunu anlamasakta hissettiren bir şeyler söylüyor. Sanki yaralı olarak değilde doktor olarak orada bulunuyormuşcasına, mesleğine kaldığı yerden devam ediyormuşcasına… O ana kadar sessizliğini ve sükûnetini muhafaza eden Hani’nin gözleri doluyor, ağlamaya başlıyor ama çocuk gibi değil. Teselli cümleleri teselli değil, acısını hatırlatan sözler oluyor sanki. Hani yaşadığına dair gözyaşları ile sinyal veriyor.

Babasına soruyoruz, “Gazze’ye geri dönmek istiyormusunuz Hani’nin tedavisi bitince?” diye. “Elbette” diye yanıtlıyor sorumuzu, düşünmeksizin.

Görüşme boyunca, bir Hani oluyorum, bir babası, bir annesi. Gelgitler yaşıyorum. Ekrandan odama sızan görüntü ete kemiğe bürünmüş karşımda duruyor. Düğmeye basıp karartamıyorum ekranı, içimdeki köz kararmak bir yana daha bir yakıyor.

Hastaneyi terk ediyorum ağır adımlarla, belediye yolları kazmış, yağmur yağmış, ben çamura batmış... İşte ben buyum diyorum. Ruh haline çevre ancak bu kadar uyum sağlar insanın. Eve varıyorum, misafir var. İki sapasağlam çocuk dikiliveriyor karşıma. O ana kadar kenetlediğim dişlerimı, tuttuğum gözyaşlarımı bir anda bırakıyorum.
Filistin’de yapılan İstişhadi eylemleri desteklemekle birlikte, hep bir “acaba” barındıran zihnim bir anda tüm “acaba”lardan arınıyor.

Misal: Bir açık hava hapishanesinde mahkumsunuz, bu öyle bir hapis hali ki can güvenliğinizi sağlaması gereken hapsedenler (hapsedilenlerin can güvenliğinden cezaevi yetkilileri sorumludur) can güvenliğini sağlamak bir yana, hergün içinizden birini veya birkaçını öldürüyorlar veya sakat bırakıyorlar. Bugün değilse yarın o da değilse başka bir gün öldürüleceksiniz. Aileniz, akrabalarınız, arkadaşlarınız hepsi bu hapishanede ve sizden önce mutlaka yakınlarınızdan birileri öldürülecek, öldürülmüş, sakatlanmış. Elinizde tek bir silah var bu silahı kullanmak canınıza malolacak ancak zulmedenlerden de beraberinizde birkaç kişiyi götüreceksiniz. Ne yapardınız?

Rachel annesine yazdığı mektuplarda şöyle cevaplıyordu bu soruya yakın bir soruyu;

“Telefonda Filistinlilerin başvurduğu şiddetin durumu daha da kötü yaptığına dair söylediklerin üzerine uzun uzun düşündüm.

İnsanlar için geriye ne kalıyor? Eğer aklına bir çözüm geliyorsa söyle. Benim gelmiyor.

Eğer içimizden birinin tüm yaşamı ve huzuru tamamıyla altüst edilseydi, ve eski tecrübelerimize dayanarak, askerler ve tanklar ve buldozerlerin her an bizim için geleceklerini ve ne kadar zamandır yetiştirdiğimiz bütün seralarımızı yıkacaklarını bildiğimiz halde, çocuklarımızla beraber, her an daralan bir yerde yaşasaydık, ve bunu bazılarımızın da dövülmesine ve 149 kişiyle beraber saatlerce bir yere kapatılmasına katlanarak gene yaşamak zorunda olsaydık—geri kalan neyimiz varsa korumak için sence biraz kaba kuvvete dayanan yöntemlere başvurmayı deneyebilir miydik? Bu özellikle, yıkılmış meyve bahçeleri ve seralar ve meyve ağaçları gördüğümde aklıma geliyor—nice zahmetle, yıllarca bakımı ve işlemesi yapılmış. Sizi düşünüyorum, ve üzerine düştüklerinizin gelişmesinin ne kadar zaman aldığını ve bunun ne çok özveri istediğini. Şuna gerçekten inanıyorum ki, benzer bir durumda, çoğu insan yapabildiği en iyi ölçüde kendini savunurdu. Bence Craig amcam bunu yapardı. Bence büyük olasılıkla büyükannem de yapardı. Bence ben de yapardım.”

Ebrar Pınar KARA

Hiç yorum yok: